
TOPRAĞIMIZI VE ÇİFTÇİLERİMİZİ BİZE KÜSTÜRMEYİN
Bir yanımızda yemyeşil ovalar, bereket fışkıran topraklar... Diğer yanımızda ise bu toprağı işleyen, alın terini damlatan, ama ne yazık ki borç içinde yüzen bir çiftçi kesimi. Buğdayından pamuğuna, mısırdan ayçiçeğine kadar her ürün, çiftçinin elinde bir umut olmaktan çok, her geçen gün büyüyen bir endişe yumağına dönüşüyor. Toprağımız varken, çiftçimiz neden doyamıyor? İşte bu, üzerinde durulması gereken en can alıcı soru.
Çiftçi her sezona, geçen sezondan kalan borcun üzerine eklenen yeni bir maliyet yüküyle başlıyor. Tohumun fiyatı, mazotun pompada sürekli artan etiketi, gübrenin dudak uçuklatan bedeli ve ilacın pahalılığı... Tüm bunlar, daha tarlaya adım atmadan çiftçinin belini büküyor. Sanki birileri, bu toprağın sahibini, ektiği her taneyle daha da borçlandırmaya yemin etmiş gibi. Traktörün deposunu doldurmak, eskiden bir gereklilikken şimdi neredeyse bir lüks haline geldi. Tarlasına her gidiş, cüzdanından eksilen bir parça demek.
Peki, bu kadar masrafın ve emeğin sonunda ürün tarladan kalkınca ne oluyor? İşte bu, hikayenin en acı kısmı. Çiftçi, "Toprak beni değil, ben toprağı doyuruyorum" dercesine ürününü zararına satmak zorunda kalıyor. Aracılar, komisyoncular, zincir mağazalar... Hepsi tarladaki ürünün üzerine kat be kat fiyat eklerken, üreticinin eline geçenle, bir yıllık emeği ve maliyetleri arasında devasa bir uçurum oluşuyor. Örneğin, tarladan ucuza çıkan pamuk, tekstil ürünlerinde devasa kar marjlarıyla satılırken, pamuk eken çiftçi borç içinde yüzmeye devam ediyor. Ayçiçeği tarlası umutla doluyken, hasat zamanı beklenen fiyatı bulamamak, çiftçinin motivasyonunu yerle bir ediyor.
Buna bir de tahmin edilemez doğa koşullarını ekleyin. Kimi zaman kuraklık, kimi zaman dolu, kimi zaman sel... Bir gecede tüm emekleri silip süpürebiliyor. Sigortalar, çiftçinin sırtındaki yükü tamamen hafifletmekten uzak kalıyor. Yani çiftçi, sadece ekonomik şartlarla değil, aynı zamanda "doğa olaylarıylada" mücadele etmek zorunda kalıyor. Her yeni mevsim, onun için bir "beklentiler piyangosuna dönüşüyor.
Bu durum, sadece çiftçinin ekonomik refahını değil, ülkenin gıda güvenliğini de tehdit ediyor. Tarlasını ekmekten vazgeçen, köyünü terk eden çiftçilerin sayısı her geçen gün artıyor. Eğer topraklarımız işlenmez, gıda üretimimiz azalırsa, market rafları boş kalır, fiyatlar daha da artar ve dışa bağımlılığımız korkunç boyutlara ulaşır. Bugün çiftçimizin yaşadığı sıkıntı, yarın hepimizin sofrasına yansıyan bir kriz demektir.
Peki, bu kısır döngüden çıkış yolu nedir? Devletin, çiftçinin nefes almasını sağlayacak somut adımlar atması kaçınılmaz. Girdi maliyetleri üzerindeki fahiş artışlar kontrol altına alınmalı, sübvansiyonlar gerçekçi bir seviyeye çekilmeli ve mazot, gübre gibi temel giderlerde doğrudan destekler sağlanmalı. Ürün alım garantileri ve taban fiyatlar, çiftçinin emeğinin karşılığını almasını sağlayacak, maliyetlerin altında ezilmesini engelleyecek düzeyde belirlenmeli. Ve en önemlisi, tarladan sofraya uzanan zincirdeki aracıların haksız kazançları engellenmeli, piyasada adil bir rekabet ortamı sağlanmalı.
Buğday demek ekmek demek, mısır demek hayvan yemi demek, pamuk demek giysi demek. Bunların hepsi, çiftçinin elinden çıkan, alın teriyle yoğrulan ürünler. Onlar toprağı işlerken yüzleri gülmezse, bu ülkenin geleceği de tebessüm etmez. Çiftçimize sahip çıkmak, aslında kendi geleceğimize sahip çıkmaktır. Aksi takdirde, toprak varken doyamayan bir ülkenin acı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız.
Bu yazıyı ailesine çiftçilik yaparak bakan, emeğini hayatı boyunca toprağa verip topraktan kazancını çıkaran bir babanın evladı olarak yazıyorum. Çiftçilerimiz dünlerine küsmüş yarınlarından umudunu yitirmiş durumda.Burada yapılması gereken her konuda çiftçilerimizi desteklemek ve yanlarında olmaktır. Çiftçilerimizi ve toprağımızı bize küstürmeyin.