GÖLGELERİN İZİ (BURSA GEZİ NOTLARI)

GÖLGELERİN İZİ (BURSA GEZİ NOTLARI)


Bursa, yıllar içinde birkaç kez gittiğim önemli şehirlerimizden biri. Osmanlının başkenti. Ecdat yadigârı bir şehir. Bu son yolculuğumuz Yazarlar Birliği Şubeler Toplantısı vesilesiyle oldu. Yolculuğa Vedat’la birlikte çıkacaktık. Vedat, Bursa yolculuklarımın son yol arkadaşı olacaktı. Vedat, önemli kitapları olan bir yazar, bir öğretmen. Şube yönetiminde birlikteyiz.

Ona da söyledim. Yol arkadaşlarım konusunda vefasızlıklarımı, arkadaşlarımın vefasızlığını.

İlk ziyaretim, hayırlı bir iş için geçerken uğrama olarak gerçekleşmişti. Arkadaşım Yusuf Ziya’nın düğününe gidiyorduk. Oradan Çanakkale Biga’ya geçecektik. Yanımda Hatem vardı. Kardeşi Bursa’da Okuyordu. Hatem ve Mevla Karslıydılar. Aileleri Alevi idi. Hatta ağabeyleri Alevi Dedesi idi. Onlar ise Sünni olmuşlardı. Aileleri çok zengin olduğu halde sırf bu nedenle bakmıyorlardı. Onlar da memleketlerine gitmiyorlardı. Nerden nereye demezseniz, Hatem’le olan hikâyeyi anlatayım. Hatem Erzurum’da bir kıza gönül vermişti. Okulu da o yıl bitiyordu. Evlenmek istiyordu. Kendi başına düğün yapamayacağı için ailesinin yardım etmesini istiyordu. Ağabeyinin kızın Sünni olmasına karşı çıkacağından korkuyordu. Ağabey Erzurum’a davet edildi. Onu ikna görevi de bana verilmişti. Birkaç saatlik sohbetten sonra Ağabey “kızı bir görmem lazım” noktasına geldi. Birlikte o zamanki çevre yol, İran yolu üzerinde buluşmaya karar verdik. Buluşma dediysek, yolda karşılaşmayı kast ediyorum. Hakikaten yolda karşılaştık. Kız bizi görünce başını öne eğdi, utandı. Geçti, gitti. Bizimkinin gözünün içi gülüyordu.”el haya minel iman” hadisini tekrarlayıp duruyordu. Razı olmuştu.

Bursa’dan Biga’ya geçtik. Bir Pomak düğünü izledik. Yusuf Ziya’nın ailesi Yugoslavya’dan gelmişlerdi. Pomak’tılar. Birlikte spikerlik imtihanına girmiştik. O kazanmış ben kazanamamıştım. Düğünde köyün kızları ortada oynuyorlar, genç erkekler de kenarda alkış tutarak seyrediyorlardı. Kurala göre başka köylülerin izlemesi yasaktı. Biz istisnaydık.

O yıldan sonra Hatemi hiç görmedim. Yusuf Ziyayı medyadan ve seslendirdiği şiirlerden takip ediyorum. Dostlardan rahatsız olduğunu öğrendim. Çok üzüldüm.

 

İkinci ziyaretim 1978 yılında olmuştu. Terör yıllarıydı. Yine bir derneğin  temsilcisi olarak gelmiştim. Derneğin sallantıda olduğu yıllardı. İlk defa üst düzey bir toplantıya katılıyordum. Genel Başkan gelmemişti. Büyük hayal kırıklıkları yaşanıyordu. Yıllarımızı ve gençliğimizi verdiğimiz hareket dağılıyordu. Şehirlerden büyük umutlarla gelen temsilciler muhatap bulamamışlardı. Sabah namazında Ulu Camiye doğru grup olarak yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Dar sokaklardan geçerek camiye doğru yürüyorduk. Terörün her gün canlar aldığı o günlerde tedbirsiz ve güvenliksiz yürüyorduk. Yürüyenlerin her biri şehirleri için önemli insanlardı. İçimden bu iş bitmiş diye düşünüyordum. Dönüşte de bağlarımı kopardım. O gezimizde sağ olsunlar Bursa’nın tarih kokan tüm güzelliklerini de gezmiştik. O gezide birlikte olduğumuz Selahattin’le şimdi de aynı şehirde yaşıyoruz. Ama birbirimizi görmüyoruz. Karşılaştığımızda iki yabancı gibi selamlaşıyoruz.

Üçüncü ziyaretim Sendika’da görevliyken oldu. O yol arkadaşlarımı hiç anlatmasam daha iyi.

Bu son gelişimiz, baharın ilk soluklarının toprağa değdiği Nisan ayı ortalarında oldu. Sabah yedide Bursa’daydık. Bursa yeşil Bursa olarak bilinen bir şehrimiz. Doğal nedenlerle böyle olması da gerekiyor. Bölge bol yağış alan bir bölge. Yaşadığımız Kayseri ile Bursa’yı karşılaştırmak da istiyordum. Kayseri bir Selçuklu şehri, Bursa bir Osmanlı şehri. Terminalden şehre gidişte ilk dikkatimi çeken bilet fiyatları oldu. Kayseri 1.300TL iken Bursa 2.000 TL idi. Yolların kenarları ve orta bölümler bakımından düzenlemeler, yeşillendirme açısından Kayseri’den zayıftı. Yollar yetersiz ve trafik sıkışıktı. Kent meydanı dökülüyordu. Kayseri şehir meydanı tarihi slüetlerle birlikte muhteşemdi. Otelimiz tam Ulu Caminin karşısındaydı. Şehrin bu eski bölümünde müthiş bir canlılık görülüyordu. Bu yıl 23 Nisan konukları Bursa’da ağırlanıyorlarmış. Yabancı ülkelerden çocuk grupları Bursa’daymış. Seçimler dolayısıyla siyasi bir hareketlilik de var. Programa göre kahvaltıdan sonra toplantı başlayacak. Öğle yemeğinden sonra da gezi yapılacaktı. Toplantı biraz uzayınca gezi gecikti.

Bu gezide tarihin ve tabiatın iç içe güzellikler ördüğü tarihi mekânları doya doya gezdim ve resimledim. O muhteşem imparatorluğu kuranların manevi mimarların kabirlerini ziyaret ettim. Dualar ettim. Ecdadıma Fatiha’lar yolladım. Tepelerden Bursa ovasını, yeni olanları seyrettim. Gözlerim Bekir Ağabey’in anlattığı aksakallı dedeyi aradı. Yıllar önce Nevşehir’den Çanakkale’ye bir grup olarak gitmişler. Açık alanda geceledikleri günün sabahında bir yakınlarının rahatsızlığı nedeniyle gruptan ayrılıp dönmek zorunda kalmışlar. Bursa’dan dönüş otobüs saatini beklerken de bu yerleri ziyaret etmişler. İki küçük çocukları koşup oynarlarken onlar da oturmuş benim yaptığım gibi şehri seyrediyorlarmış. İhtiyar yanlarına gelmiş.”Dün gece teberrüken yaşadığınız bir şeyi söyleyeceğim demiş. Siz orada toplanmış sohbet ediyorken, Rasulullah da oradaydı. Şehirlerle birlikteydi.”Sonra yanlarından ayrılıp gitmiş. Karı koca şoke olmuşlar. Bir süre kendilerine gelememişler. Sonradan Bursa’da ikamet eden bir dostlarına ihtiyarı tarif etmişler. Meğer O zat da bizim Cemil Baba gibi, Durmuş Emmi gibi biriymiş. Bursalılar Onu tanırlarmış. O tarihi mekânlarda gezinir dururmuş.

Akşam toplantısı Bursa Şube binasında olacaktı. Yürüyerek gideceğimiz söylendi. İlginç bir sokağa girdik. Sokağın adı: Arap Şükrü. İki taraflı meyhaneler var. Akşamcılar şimdiden masaları doldurmuşlar. Dönüşümüzde daha kalabalık olduğunu, müzisyenlerin birkaç dükkân arayla sokak sakinlerini eğlendirdiklerini gördük. Sokakta bir de eski “Havra” vardı. Birisi niçin buradan geçirildiğimizi sordu. Ben de “herhalde Beyaz Hoca tecrübesi edinmemiz istendi “dedim. Ancak herhalde gelin Sokağa gidecek başka bir yol yoktu. Dernek de bu sokağın ucunda bir yerdi. Belediye burada bulunan “Seyyid Usul” tekkesini restore etmiş, sonra da Yazarlar Birliği Bursa şubesine tahsis etmişti. Burası iki katlı bir yerdi. Alt kat çilehane gibiydi. Taş duvarlar ve küçük pencereler. İçeri girdiğinizde zaman tünelinde başka bir zamana gitmiş gibi oluyordunuz. Üst kat toplantılar için düzenlenmişti. Safiyuddin Erhan Eşrefoğlu, burada alçı pencereler konusunda güzel bir konferans verdi. Bu binayı da O restore etmişti. Tekke zaviyesindeki mezarlar ve çevre düzenlemesi tam bir uyum içindeydi. Bu Tekke’nin bir zamanlar sahipleri olanların Osmanlı duruşunu üzerinde taşıyordu. Çok etkilendim.

Bu program içinde hemen karşısında kaldığımız Ulu Cami ziyareti yoktu. Sabah kalkıp dönecektik. Bir zamanlar orduların uğurlandığı bu mübarek mekânı mutlaka ziyaret etmeliydik. Bunun için sabah namazını seçtik. Ezanla birlikte Camiye yürüdüğümüzde, trafiğin tıkandığını, yüzlerce insanın araçlarla sırf sabah namazını kılmak için camiye geldiklerini gördük. Ağlıyordum. Aralarında başları açık bayanlar da vardı. Örtünerek camiye giriyorlardı. İçerde havuzda şırıldayan sulara Hocanın güzel sesiyle okuduğu ayetler karışıyordu. Milletimizin bu duyarlılığı, her yaştan insanımızın yaşadığı bu duygu seli, geleceğimiz için umut veriyordu. Bu yıl bulunduğum Mescidi Nebevi’de de aynı duyguları yaşamıştım. Önce Mescidi Nebevi, sonra Bursa Ulu Camii, sonra da ta uçlarda bir yerde Salzburg’da bir Cami. İşte ardı sıra çil çil kubbeler seren duygu buydu.

Bazen kendimi bir gölgeymiş gibi hissederim. Hani bunun bir felsefesi de var ya. Bunca yaşanmışlıklar sadece bir anı mı? Mekânlar ve yol arkadaşlarım sanal mıydı? Yoksa ben bir gölge gibi izsiz ve esersiz mi yaşadım? Gölgeler iz bırakır mı?

Google+ WhatsApp